30 Ağustos 2010 Pazartesi

Sütlüce'de iftar.

Ramazan klasiklerini biliriz hepimiz:
Televizyonlarda sucuk reklamları artar, dua eden hocalar çoğalır, reklamlar ramazana uyarlanır, orucun vücuda iyi geldiği haberleri Amerika'da yapılan araştırmalarla desteklenir, güllaç yapılır/yenir, iftara gidilir, hurma kendine bir yer edinir, "nerede o eski ramazanlar" sohbetleri tekrarlanır, feshane tanıtılır... ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü şey...

Ben sanırım küçükken feshaneye gitmişim, sonra da götüren olmamış beni. Merak etmişimdir ama hep. Vesile bu ya, merve hemen bir plan yaptı ve hep beraber hooooop feshanede bulduk kendimizi. Hep duydum, her giden bahseder oradan yani. Ama bir kişi de demedi ki "gittim, hiçbir şey yoktu" diye.

Ben diyorum: "Gittim, hiçbir şey yoktu."
Standlar var bolca, ne ararsanız bulabileceğiniz. -ki skalanın sucuk ekmekten donuta kadar uzandığını söylemeden edemeyeceğim-

Ama o kadar.
Gittik.. Fuar alanı gibi de bir yer yapmışlar, orayı da gezdik.
Fuar alanında çalan şarkı ise hala kulaklarımdadır: "Bizim çocuklarımız onlar, bizim evlatlarımıııız..." Bu müzik eşliğinde hayli dolandık içeride. Zaman zaman eşlik bile ettik şarkıya, ne yalan söyleyeyim.

Neyse..İftar için orasının çok kalabalık olacağı öngörüsünde bulunduk ve nihanın verdiği gazla, karşı tarafa geçtik, Sütlüce'ye. Karşıya geçerken kullandığımız köprünün sadece ramazan ayında kullanıma açık olduğu bilgisini de vermeden edemeyeceğim. Devam ediyorum..Bilen bilir, sütlüce'nin uykuluğu meşhurdur.nihan da bizi hem uykuluk bulabileceğimiz hem de uykuluğu sevmeyeceğini düşünen ben'in yiyebileceği bi şeyler bulunan herhangi bir yere götürmek istedi.

Çok dolaşmadan yerimizi bulmuştuk: Vakkas'ın yeri.

Böyle içeriye girdiğimde eski türk filmlerinde hissettim kendimi. Renkli renkli ışıklar, eski radyo, gramofon, soba, siyah beyaz fotoğraflar derken.. bayılmıştık oraya.




Fonda türk sanat müziğini de duyunca,, oturduk hemen bi masaya. Orucumuzu açmak için harika bi yerdi, harika değildi aslında da... değişik...





Şunun gibi birkaç fotoğraf çektirip kendimizi ortama ait hissedince bulunduğumuz yer hakkında konuşmaya başladık.



-Yani böyle di mi eski türk filmlerinden çıkmış bi yer gibi..
- evet evet müziği de güzel
- burası şey ama ya bildiğiniz
- Dİ Mİİİİ MEYHANEEEE

Bundan sonra "meyhane" olarak anacağım bu yerin sahibi de bizi onayladıktan sonra iftar için ne kadar uygun bir yere geldiğimizi düşünüp birbirimize yapmacık gülücükler fırlattık.

Meyhane sahibinin "Yemeğinizi kaçta getireyim" sorusuna "iftara yakın" diye verdiğimiz cevaptan sonra "peki iftar ne zaman" diye soruşu ise yapmacık gülücükleri gerçek kıldı.

Yine meyhane sahibinin "mesela caddede bi şey olsa polis oraya hemen gelir, müdahale eder ama burası kuytuda kaldığı için polis falan hiç gelmez buraya" demesi ise yüzümüzdeki gerçek gülücükleri tekrar yapmacık yapmaya yetti.

Yedik, içtik, şarkılara eşlik ettik ve pek memnun olarak ayrıldık meyhanemizden.


Yine de her şeye rağmen pek sevdiğimiz bu yeri, tüm meyhane arayışı olanlara şiddetle tavsiye ederim ben

Uykuluk mu ? Pek sevmedim; ama denemeye değer.

Feshane? Donut yiyebileceğiniz daha güzel yerler biliyorum.


Selin G. İstanbuldan bildiriyor, hepinizi öpüyor.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kısa Hikaye.

İçimdeki heyecanı kendime bile fark ettirmemeye çalışıyordum.

“Yahu saçmalama, her zamanki gibi bir buluşma işte. Anlatacaksın, onlar anlatacak, dinleyeceksin, güleceksin. Aynı ya, her şey aynı.”

En erken ben varmıştım. Çok bekletmeden onlar da geldiler. Öpüştük.

“Ee, nasıl gidiyor” minvalinde ilerleyen laflar ettik birbirimize ama öylesine.

“Hadi bana sorun, bana. Ben anlatayım”

-“Yağmur mu yağacak?”
_”Üstümüzde şemsiye de yok.”

“Ne yağmuru ya, ne yağmuru şimdi. Ben şu içimdekini bir anlatayım sonra yağsın istediği kadar.Hadi bana sorun, sorun bana.

Siparişlerimizi verdik.

“Of yemekten sonraya mı kaldı acaba? Eğer kimse sormazsa, yemek esnasında anlatırım. Ağzım dolu da olsa konuşurum, onlar alışık.”

-“Ee, Selin sahi anlatsana neydi o bahsettiğin şey?"

“oleeeey oleeey oleeey oleeeey.... Sonunda ya, sonunda. Dilim damağım kuru falan ama olsun. Başlıyorum.”

İçimde zafer taklaları atılırken anlatmaya başladım, aynı heyecanla.
Hızlı hızlı anlatmak istedim, sıkmamak için hem, hem de çabuk bitsin istedim, kurtulayım.

“Aa.Hiç tepki vermiyolar ya acaba bi yeri mi atladım?”

Neşelenmiştim tepkisizliklerini görünce.
Sustum sonra. Bu sefer onlar konuştu.

“Ee, Selin. Sen de buna mı üzüldün? Velev ki seni kötü bildi... ee? Çok mu önemli” dedi biri.

"Hayatına bu zamana kadar ne katmış ki hayatından çıkması senin için kötü olsun" dedi diğeri.

“Şahsen ben sadece güldüm” diye hafifletti öteki.

Bir diğeri “Ne olacak yani, önemli mi ?” diyerek bir şeyler anlattı. O zaten hep bir şeyler anlatırdı, biz dinlerdik.

Suskundu bir tanesi de. Her zamanki gibi. Suçlamadı, suçlamazdı; ama hak da vermezdi.

“Kimseyi ilgilendirmez, bu senin hayatın”
“Tabii ya.”
“ Mutluluk senin mutluluğun.”
“Evet ya, benim mutluluğum.”
“İstediğin şeyleri yapacaksın tabii ki hayatında, başkalarının istediğini değil.”
“Hiç. Benim hayatım bu ya, benim.”

Yaptığım her şeyi onaylayacaklardı sanki, onayladılar da.
Birden kollarımdan tutup hayatımın merkezine beni oturtuverdiler, şaşırdım. Yerin orası der gibiydiler.

Gülümsedim. Yüzümde tebessüm vardı ama içimde sevinç taklaları atan şey kendinden geçmişti adeta.
Mutluydum çok.
Ara sıra aynı şeyi düşünürdüm ama yatmadan önce yine düşündüm:

“Peki ben, sizi hak edecek ne yaptım?”