12 Aralık 2010 Pazar

Sodamedya 'nın çiçeği burnunda çamuru karnında stajyeri

Bi gün bi mail geldi. Maile göre basın bülteni yazabilecek biri gerekiyormuş bir ajansa. "ilanınız ulaştı ben de uygun olduğumu düşündüm" diye cevapladım ben de. Aslında bi staj başvurusuydu bu. Yani CV falan eklemem gerekiyodu normal şartlar altında. Ama ben, unutmuştum. Unuttuğumu ise birkaç gün sonra pelin sorunca fark ettim. Bunu fark ettikten hemen sonra ben de bu başvurudan geri dönüş beklemeyi bırakmıştım zaten. Ama Murphy yine haklı çıktı ve ben beklemeyi bıraktığım zaman, döndüler.

Okul çıkışı gittim görüşmeye. Elimle koymuş gibi bulamadım; çünkü ben o şanslı insanlardan değilim. Ama bulmam zor olmadı. Oturdum, bekledim biraz. Hani zaten bi heyecan var üstümde, orası tamam, normal. Ama ben sabahtan beri bişi yememiştim. Nesi var bunun demeyin, karnımın tam olarak hangi ara guruldayacağını bilemiyor oluşum beni yedi bitirdi.
(- Evet selin hanım, sizce en zayıf kişisel özellikleriniz nelerdir?
- gaaarrh guuurrh viiiiihy .. ee şey, benim...karnım.. :( )

Ne böyle klasik sorularla dolu bi görüşme oldu, ne de karnım guruldadı. Gayet rahat görünen iki kişi geçti karşıma, kah güldüler efendime söyliim kah sorular sordular kah mandalina yediler, kah bana ikram ettiler.. Böyle eğlenceli bi görüşme olmuştu. "Mandalinaları aldın mı?" diye soracak olursanız, "almadım" karnım toktu çünkü. heyecan karın doyurur bilirsiniz. Aaaa!! giderken yanıma yolluk niyetine verdikleri iki mandalinayı da söylemeden geçmiim.
Bu arada görüşmede bloglarımın adresini vermiştim ama onca işlerinin arasında bunu okuyacaklarına ihtimal vermememin haklı rahatlığı var üzerimde.

Görüşmem bitti. Ben, evime seyahat için yollardayım hatta 3. ve son aracıma binmişim.. Mandalinamın ikincisini yeni soymuşum, kabuklarını atacak yer arıyorum... Telefonum çaldı ve görüşmenin olumlu olduğu söylendi. Telefondaki ses "biliyorum erken oldu" derken o kadar haklıydı ki..."o kadar erken ki ben daha evime dönüş yolundayım"...

Ve böyle başladı işte Sodamedya maceram.. Çok ani oldu derken, gerçekten ani oldu. Eski sinema.com ve şimdiki gencsinema.com 'un (ve dahası) ebeveynleri onlar. ebeveyn demek istedim çünkü ilk gittiğim gün, 4 kere "acıktın mı" sorusuna maruz kaldım :) görüşme günkü açlığım malum olmuş herhalde ehe ehe. ..eh, hal böyle olunca, üstüne bir de sinema işin içinde olunca ben kendimi cennete düşmüş saydım -şimdilik- .

Masa ve bilgisayarım var mesela. Bu bi stajyer için büyük nimettir bilen bilir. Ben ki ilk gün sandalye olmadığı için neredeyse tüm günümü ayakta geçirmiş bir staj deneyimine sahip olan biri olduğumdan, oturduğum sandalyenin bile kıymetini bilirim... Ama hala, kime ne şekilde hitap edeceğimi bilemiyorum. Ne kötü bi şeydir bu. Yakın zamanda yardımlarını isticem. Hatta istedim bile: - "Yaa,, bi de şey,, ben size nasıl hitap ediim ? bi bilemedim ben ne diceemi? " evet. bunu dedim. Ben, "bilmem istersen bey de istersen abi" diye bi cevap beklerden ; "bilmem, istersen abi de istersen adımla hitap et" olunca dedim ki selin, burası benzemiyor diğer yerlere :)

Kısmet bir açılınca devamı geliyor.. Hep böyledir zaten hee...Biriyle çıkmadan mel mel etrafta dolaşırsınız, ne zaman ki biriyle çıkmaya başladınız allaaaaa meğer ne çok varmış sizi beğenen.. pff.. Bu da öyle oldu. Bu sefer de okulda başka bir iş çıktı.


Bakalım.. takarak aşk kanadımı çok yakında başlayacağım... http://j.mp/fo6uzr


o değil de stajyerlikten de emeklilik olsa ya...






10 Kasım 2010 Çarşamba

sevmeyeceğim bir şeye dönüşüyor bu.

ah. vize haftam. bilirsiniz işte, sınavlar olur çalışırsınız sonra sınava girersiniz ve her ne hikmetse aslında beklediğinizden biraz daha kötü geçer. öyleydi işte benim de.

uzun bir çalışmama dönemi sonrası, sınavlara çalışma kısmı özellikle, çok zorladı beni. bilirsiniz, vize/final dönemlerinde dakikalar çok önemlidir. şöyle ki :

saat 16:47, tamaaam 17:00 olsun çalışacağım..
saat 17:03, tamam 18:15 te çalışmaya başlarım sonra işte bi saat bakarım biraz dinlenir sonra tekrar yaparım..
saat 18:17, aa ne çabuk geçmiş 18:30 olsun başlarım zaten bi yarım saat bakar sonra yemek yerim. saat 18: 34, karnım acıktı bi şey yiyeyim öyle başlarım.
saat 19: 03, hof. çok yedim, şiştim. buçukta başlarım.
...
internet
...
yemek
...
-saçma sapan bir ton iş-
...
..
22:00 ohoo geç olmuş. çalışayım biraz. (hızlı okuma)
...
-yarın da 6' da kalkacağım. en iyisi yatayım şimdi yarın okulda çalışırım.
---

(sınav günü)

-eyvah yarım saat kaldı.

...

ya da mesela sabah saatim çalar çalmaz uyanıyorum ve sonra 3 dk ileriye kuruyorum saati tekrar. böylecee 3 dakika daha fazla uyumuş oluyorum. nasıl fikir ama ?

öyle ya da böyle geçiyor aslında bir şekilde.
havanın erken kararmasının psikolojimin üstünde bu kadar olumsuz bir etki yarattığını da yeni keşfetmiş bulunmaktayım. 21:30 'da saat 00:30 edasıyla , çok uykum geldi bahanesiyle yatağıma giriyor, sonra saatin erken olduğunu öğrenince de "erkenmiş daha yaa" diyerek yataktan çıkıyorum. ya da sabah uyanınca perdeyi açıyorum ve çok kısa bir zaman sonra kapıyorum. perdeyi açtığıma değmiyor yani.

________

"sıkılmadın mı bu sözel şeyleri çalışmaktan ?" diye sorarken pelin, aslında o zaman fark ediyorum, liseden beri sürekli maddeler ezberleyip, tanımlar yaparak geçti yıllarım. iletişimin tanımı üniversiteye yeni başlayan biri için bir anlam ifade ediyordu ama benim içinse 3 senedir bildiğim bir şeyin tekrarıydı. iletişim üzerine 8.senem. üzülüyorum. ve pelin, sıkıldım.

____

hiç de sevemedim bayramları. harçlık aldığım dönemlerde ufak bir sempati besliyodum aslında ama yine de gelsin diye iple çektiğim zamanlar olmadı hiçbi zaman. şimdi de kurbanlıkların kokusunun burunlarımıza gelmesinden de anlaşabileceği üzere yepyeni bir bayram karşımızda... hala adetleri yaşatmaya çalışmak bana çok yapmacık geliyo. sabah mesela kalkıp giyinip anne babamın elini falan öperim hala. bilmiyorum aranızda kaldı mı bizim gibi retrospektif bir hayat tarzına sahip olan :) .. çok yapmacık değil mi? ya da sadece babaanneme bayramda gidiyor oluşum.. her gün görüştüğümüz alt komşumuza bayram ziyaretine gidişimiz. her bayram bu yapmacık şeyleri yaşayacak olmak azap veriyo adeta. bu bayram da farklı olmayacak. evet, her ne kadar doğum günüm bayrama da denk gelse, yine de farklı olmayacak.

bununla ilgili hem eski adetleri koruyan hem de yeni nesle azap vermeyecek çözüm önerileri geliştirmeye çalışıyorum. aslında neden eski adetleri korumaya çalışıyoruz ki? yeni adetler çıkaralım. eskilerinin modasının geçmiş olduğunu düşünelim ya da artık kullanılamaz durumda olduklarını varsayalım ve yenilerini üretelim. "Eski olan iyidir" diye bir genellemenin olduğunu biliyorum ama bir genelleme olduğu için, bunu mantıklı bir argüman olarak görmüyorum. Evet, zaman değişiyor sonuçta... eh, adetler de değişsin. hoş, o zaman "adet" olmaktan çıkar gibi duyuyor ama hayır. temelinde yine aynı şeyleri esas alacak ama formu değişecek. yani içerik aynı sadece şekilsel bir farklılık. böyle olunca hala ona "adet" diyebiliriz. evet, bu konu üzerine her bayram biraz daha kafa yoruyorum.

_____
pek aksiyonlu geçmiyor günlerim anlaşıldığı üzere. hatta şu an bu yazıyı yazma sebebim,-sınavıma çalışacağım düşünülürse -bir "erteleme" aracı olarak kullanmamdan ve ... neyse.


Bu blog da, anlatmaya değer şeyler yaşamadığım için git gide sevmediğim o bloglara benzemeye başladı. üzülüyorum.

-

17 Ekim 2010 Pazar

hayat çok maraton.

Bu ara bende bi ne yapacağını bilememe durumu var.


Bugün maratona gittim mesela. Sabahın 5 buçuğunda kalktım 6 daki otobüs için hazırlanıp karanlıkların içinden teeee karşıya geçtim.

Dün de operaya gitmiştim mesela. gördünüz mü? bi ne yapacağını bilememe hallerindeyim. hiçbir yere kabul görmüş gibi hissedemiyorum dostlar kendimi.. ne sanaaat, ne spooor hey gidii..

Mesela, biraz kendime geleyim şöyle bir entel insan gibi opera izliim, güzel giyiiniim falan dedim ertesi güün hoop üstümde büyükşehir belediyesinin XL tişörtleri.
yok yani, olmayınca olmuyor.


ilk kez katıldım ben bu maratona ya hani benim için rutin bi şey değil böyle çok değişik bi şeymiş gibi. sanırım bir daha gecenin/sabahın bi körü kalkıp da karşı tarafa geçip sonra tekrar aynı yere yürüyerek gelme gibi bi aksiyonda bulunmam. köprüde yürümek de zihnimde hep "ürkütücü" bi şey olarak kalacak. yani üzgünüm ama ben o yanımdakiler gibi "abi yaa şöyle kenara geçelim de azıcık köprünün sallanmasını hissedelim" den ziyadee "peeliin nihaan köprüü ne biçim sallanıyooo AYNI DEPREM GİBİİİ -ağlamaklı ses tonuyla- hadi noğluur koşalıım" şeklindeydim. evet, o köprünün yarısına gelip de sallanmasını hisseder hissetmez sanki köprü yıkılacak ve biz de kurtulan şanslı kişilerden olacağız edasıyla koşmaya başladık. bitmedi ama o köprü, bitmedi yani.

köprüden bir an önce kurtulmak adına koşarken, köprü ayrılınca kardeşimle ayrı kalacağımı, düştüğümde denize, ölmeden kurtulmayı bekleyeceğimi, yukarıdan geçen helikopterlerin birazdan bizlere ip uzatıp bizleri yukarı çekeceğini, herkesin birden panik yapıp izdihamda ezileceğimi, ben tam bitirmişken köprünün tam arkamdan yıkılacağını düşündüm.yani böyle senaryolar yazdım. işte herhalde bundan sebep bitmedi köprü.

bi ara babam aradı, nasıl kızım koştunuz mu, geçtiniz mi karşıya, falan diye sordu. tabi televizyonlar falan abartınca böylesine, hani çok böyle mühim bişi yapıyoruz gibi geliyo herhalde annemlere ki arıyolar, naptınız diye. Sonra dedim, böyle böyle baba, işte köprü sallandı korktuk ama geçtik şimdi köprüyü yürüyoruz beşiktaşa. Babam da esprili cevabını hazırlamışçasına yapıştırdı : "aman kızım yorulursanız falan koşmayın daha fazla, atlayın bi taksiye." :)




ama sonra bitti tabi. bitap halde -sürünerek- bizler de gittik madalyalarımızı aldık.
üstümdekileri çıkartıp belediyemin bana vermiş olduğu XL tişörtü giydim ve madalyamı da boynuma takmış olmanın gururuyla evime doğru yol aldım...artık bu madalyamla, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. ehehe.



Eve geldim, babam tebrik etti. Annem kaçıncı oldun dedi. Biraz sonra babam da kaçıncı oldunuz diye sorunca annemle babamın o gün evde oturup maraton üzerine espri ürettikleri çıkarımını yaptım.

bir maraton maceram da böyle sona erdi.


operayı da anlatim mi?
tamam tamam ehe.


öperim.



6 Ekim 2010 Çarşamba

Havadan değil tabiatım böyle.

Dışarıda yağmur yok ama hava oyun oynuyor, şimdi yağıcak yok yok şaka yaptım yağmıcak diye.

işte böyle havalarda agresif oluyorum ben.

Bakıyorum da, başlığa bak " ben istanbulda" .. aman ne büyük marifet. değil efendim. her gün istanbula işin düştüğünde hiç de sevimli bi yer değil burası. sıkıldım. böyle hani sinirlenip birine bağırırsın da kavga edip rahatlarsın ya, öyle hissediyorum istanbula karşı. böyle karşısına geçip damarlarım çıkana kadar - ki bu zamana kadar o hale geldim mi bilmiyorum- car car kavga etmek istiyorum istanbulla.

neyin kavgası demeyin. sevgililerinizle, ailenizle nedensiz kavgalarınızı hatırlayın. öyle bi şey bu.

haftada iki gün dersim 9 da. 9 daki dersim için de saat 6 da kalkıyorum. 6 buçukta -buraya dikkat- babamın servisine binip avcılara gidiyorum. neden böyle yapıyorum ? çünkü otobüsler kalabalık ve ben kalabalık otobüslerde fenalık geçirme huyu edindim. peki sabahın köründe 7 de metrobüs durağına gidip ne yapıyorum? en az 20 dakika metrobüs gelse de içine en kibar ben binsem diye bekliyorum. çünkü oturabilmek için, kollarını iki yana açıp itişip kakışan, insan vasfından tamamen çıkıp hayvana dönüşen insanları görüyor, onlar gibi görünmek istemiyorum ve bunun için de en az 20 dakikamı veriyorum. İnsanlık için 20 dakika diye düşünün, değer. He ama, olur da beni de bir gün o halde görecek olursanız cevabım da hazır :"sistem böyle işliyor." 8 buçukta okuluma varıp kaçmış olan iştahımla ilk derse giriyor ve yarı hülyalı yarı gerçek bir ders işliyorum. Erken kalkmak insanı zinde tutar kadar saçma sapan, gerçek dışı bir laf görmedim ben.


Bu ara, mutsuzluk nöbetleri içinde buluyorum kendimi çoğu zaman. Eğer son sınıfa gelmiş ve hala ne yapacağını bilemeyen birileri varsa -özür dileyerek- bundan garip bi şekilde mutlu oluyorum. eğer varsa içinizde böyleleri gelin gelecekte neler yapmayı bilmediğimizi konuşalım. ciddiyim. insanların neler başardıklarını ve başarıyor olduklarını birbirimize örnek gösterip, imrenip hiçbir sonuca varamayalım. bunu istiyorum sanırım.

ve istanbuldan kurtulmak istiyorum bu ara en çok. hayır ben ne kadar kurtulmak istiyosam, inat gibi, o da kalmam için türlü türlü sebepler sunuyo bana. başka bi şehir göz kırpsa bi, kollarına atıcam kendimi.

sonra insanlar... sevdiklerim hariç tüm insanların kahkahaları, kıkırdamaları hatta konuşmaları bile tahammül edilemez gelmekte artık.

hiç sevmediğim blog yazıları gibi oldu bu.


hava yağmurlu.

ben böyle havalarda da agresif olurum.


25 Eylül 2010 Cumartesi

Şikayetiniz nedir?

Okula başlamanın en kötü yanı, kayıt yaptırmak zorunda olmaktır. Ki hala seçtiğim derslerin zorunlu ve seçmeli olduğu konusunda ikilemdeyim.

Hocaların bi yerlerde tüneyip, gizli gizli derslerle oynadığını düşünmeye başladım.

sonra öğrenci işleri... aman yarabbim. fakültemde on bin kişi okuyor sanki. 5 kişi bir yetemedi küçücük fakülteye. sorumluluk alınca nasıl da değişiyor insanlar... neyse.

Tatilin uzatmalarıydı bunlar. hani tatil desen değil, okul başladı desen hiç değil. böyle bir ne yapacağını bilememe hali... güne müge anlıyla başlıyordum artık. işte kendimi, tepsideki kahvaltımla, müge anlıdaki adamlar hakkında "yılanın başı bu, püü pis yalancı" diye yorum yaparken bulduğumda dedim ki; " nolur okul başlasın."


dün doktora gittim. cerrahpaşaya. hep dert yandığım ve sizlerin de görüp de görmezden gelmeyip " selin bu sefer çok kötü olmuşlar" dediğiniz sivilcelerim için. tüm kremleri yüzünde uygulayan, çeşit çeşit dermatolog tanıyan ben, bu sefer de şansımı orada deneyeyim dedim. ilginç bi şey demedi hap verdi. hani şu içince ağzının yüzünün gözünün kuruduğu... kullanan insanların suratına bakamadığınız ilaç var ya, ondan. eciş bücüş bir suratı birkaç ay çekmek zorunda kalacaksınız diye önceden uyarma niteliğindedir bu yazı.

ama şey ya, pelinle gittim ben doktora. çünkü doktorlara yalnız gitmeyi sevmem hiç. böyle gereksiz bir heyecan olur doktora giderken bende. işte sıramı beklerken falan, düşünürüm hep:

"..böyle böyle oldu,, bundan bundan dolayı böyle hissediyorum son günlerde.. ama şöyle şöyle olmadığı için... böyle bir problemim yok mesela.." falan gibi entel entel cümleler kurarım kafamda.

midem ağrıyodu benim mesela, annemle gitmiştim o zaman da doktora. böyle işte cümlelerimi hazırladım mide ağrımın başlangıcından bu döneme kadar olan şeyleri bi iki cümlede toparladım. anneme sıkı sıkı tembihliyorum " annee baak sakın karışma tamaamm mıaağ. ben anlatıcam her şeyi doktora, sen sadece yanımda gel.. "

sonra doktorun yanına giriyorum ben... cümleler kafamda,

-buyrun şikayetiniz nedir.
-benim midem ağrıyo bi de şey..
..
- anneee anlatsana..

sonra annem başlıyo anlatmaya...

ama bilmem farkında mısınız doktora bi merhaba/iyi günler/ günaydın dedikten sonra hani lafa kimin girmesi gerektiği konusunda bi ikilem yaşanıyo. ya da ben yaşıyorum. bi ebleklik geliyo böyle. sonra ben tam anlatıcakken derdimi, doktor soru soruyo, "buyrun şikayetiniz nedir?" ben böyle kalıyorum resmen. hani başlasam, doktor bey şikayetim... falan diye.. gerisi gelicek ama tek kelimelik bi cevap vermek zorunluluğunda hissediyorum kendimi.

-buyrun ne şikayetle gelmiştiniz?
-klemongrostropi şikayetiyle..

gibi.
bunu dicem ve o da: "hmm,, şu şu şikayetleriniz de var mı peki.. hmmm" falan diye ilgilenicek. bi diyalog oluşacak bizde. ama öyle olmuyo. monolog istiyo benden.


böyle yani. doktor deyince aklıma geldi. aynı şeyi cerrahpaşada da yaşadım da.
-evet selin, şikayet nedir?
-ee..şey.. benim sivilcelerim var. bakın. -ve yüzümü gösterdim-

"pelin anlatsanaa" da diyebilirdim. ilerleme var.


böyle işte.

yalnız olmadığımı bilmek güzel olurdu.
öperim.






15 Eylül 2010 Çarşamba

İstidlal

Bir ilişkideki favori sözün "gerizekalı" olduğu varsayılırsa -karşı cinsle- pek de iyi anlaştığımız söylenemez.

....

Ayrı gezegenlerden olduğumuza inandırıldığımız için anlaşamadığımızı düşünmüyorum ama neden anlaşamadığımız sorusuna bundan daha mantıklı bir şekilde cevap da veremiyorum.

....


Nasıl yürüyebiliyor bu ilişkiler? Birileri yürütebiliyor yani. Hatta, sanki ben hariç herkes yürütebiliyor.

....

Hiçbir şey için kendime kızmıyorum. Sakarlığıma veriyorum. Belki beceremiyorumdur.

...

"Hasta bir ruhun var" çıkarımı "ruh hastası" tabirinin eş anlamlısı olabilir belki. Ama her zaman derim, gereksiz kibarlık ne sakil durmakta üzerinde.
...

"Ben sana layık değilim" dediğin zaman yapmam gereken, sana katılmak olmalıydı.

...

...ve tüm söylediklerinden sonra herhangi biri ile bir ömür geçirmeyi hak ediyorsun. Evet herhangi biri ile. Alelade mi demeliydim? Hayır hayır, pespaye demem.





8 Eylül 2010 Çarşamba

Bu da böyle bir anımdır.

Şirinevlerde hoş bir tesadüfle karşılaştık aslında. Ben durakta görünce indim metrobüsten. Önümüze gelen ilk metrobüse bindik hemen. Fakat o da ne ? Benim indiğim metrobüs daha soğuktu, bunun kesin klimaları çalışmıyordu. Hadi inelim. İndik. İncirlide. Kalabalıklardan binemedeğimiz 5 ya da bilemedin 7 metrobüsü geride bıraktıktan sonra kalabalık ve yine sıcak olan bir metrobüse bindik. Yani herhangi bir kârımız olmamakla birlikte bi de kalabalık olduğu için metrobüs, zarara da uğradık sayılabilir.

İnternetten çikolata almış. Teslim alması gerekiyor. nişantaşında bir yerlerde. Tamam, ben iyi bilirim oraları, osmanbeyden hop nişantaşı. Yukarı yürü hayır hayır orası değil, aşağı yürü "aa burası sevilayların orası", birkaç kişiye sor... Tarif al yine yürü. benim içgüdülerim kuvvetlidir diyerek yine yürü... ve sonunda nişantaşı Citys'in içinde olduğunu fark et. Çikolata fabrikası adı.. Ben fabrika beklemiyordum tabi ama yine de stand olacağı aklıma gelmezdi doğrusu. Ama kavuştuk çikolatalara, ah pardon çikolata truffle. bitter bitter pek lezizler.

E iftara gidecektik biz, ortaköye... geç kaldık. hayır hayır kalmadık. yavaş yürüdün hızlı yürüdüm derken osmanbey metrosundan mecidiyeköy metrosunda bulduk kendimizi.
-telefonum sende di mi?
-şey, bende mi? ben sana vermedim mi ?
..
-burda da yok.. of burda da.
-çıkır çıkır, tıkır tıkır
...
-TELEFONUN YOK !

metronun merdivenlerini nasıl çıktım hatırlamıyorum ama önüme ilk gelene telefonu arattım. ukala çocuğun biri aradı. aranmıyor dedi. 1353. kez çantama baktım olmadığından emin bi şekilde. ay böyle bilsem ki ağladığımda telefon geri gelecek falan hönkür hönkür ağlıcam böyle mecidiyeköyün ortasında. güçlü kadın imajına bürünmeye çalıştım ama titreyen ellerimle ve kuruyan dudaklarımla ne kadar bürünebildim bilmiyorum. telefon, kartlar, para... a bi de sakız. kendi telefonum olsa belki ben de sakin olmaya çalışırdım ama başkasının telefonu olunca..

geç kaldığımızı düşündüğüm iftar için taksiyle şansımızı denedik. evet evet, telefonu bıraktık "ne de olsa buluruz" ve " gittiyse de gitti" düşünceleri arasında biz iftara gitmek için yol aldık.taksici bilemedi yolu. yol sorduk. indi taksiden, bindi... bulamadık. eh biz müsait bi yerde inelim diyerek, ayak vasıtasıynan yerimizi bulduk.

internetten baktım güzel bi yerdi. aa adını da vereyim hatta gidecek olan varsa gitmesin : Addio Mamma. Köprünün ayağında diye gittiğimiz yerde doğalgaz kutularının ve borularının yanına oturduk. oturduk derken başkaları da hemen bitişiğimizdeydi. zaten onlarla yemek boyu sohbet ettik yeni insanlar tanıdık. karışık ızgara başka bir yerde yemeseydim gerçekten öyle bi şey sanabilirdim ama değildi. yani belki içinde birkaç karışık et vardı ama ı-ıh o değildi. a sahi ortaya bir tabak koyduklarını söylemeyi unuttum. ortadan böyle bölüşe bölüşe yedik. meyveyi de öyle. çatalla böldük karpuzu falan. ama doyduk. bilirsiniz bazen önemli olan mekan değildir, kimlerle birlikte olduğunuzdur.

biz oturmuş, ben suratımı asmışken kaybolan telefon aradı. böyle zamanlarda hep kaybolan telefonun kendiliğinden aradığını düşünürüm ilk olarak. hani ilahi bi şeymiş gibi. neyse sonunda telefonu açtık ve osmanbey metrosu kontrol amiri çıkınca telefona ben de rahatladım telefonun kendi kendine aramadığını düşünerek. düşünsenize, telefonun kendi kendini aramasıyla nası başederim, kime söylesem inanmaz, deli damgası yerim. telefon bulununca, iftardayız şu an sonra alırız demek gibi bi lükse bile sahip olduk. benim için gün yeniden başlamıştı.

devamında bi şey yok. çay çok koyuydu içemedim. biraz ortaköy sahilinde oturduktan sonra kendimi taksimde buldum. hayır hayır aslında taksimi de pek hatırlamıyorum taksim-beylikdüzü otobüsünün içindeydim. eve geç gelmemek için tabi ya !

indiğim duraktan annemler de beni alınca evime geldim.
bundan sonra da bir macera yok. bitti. bu kadar.

anlatınca az mı göründü? Yaşayınca görün. Ama hayır yaşamayın.
telefonlarınıza sahip çıkın. lütfen. sonra üzülüyorum ben.

buradan da o telefonu alıp o amire veren şahsa sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
sizin gibi insanlar kaldı mı yahu demek istiyorum :)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Sütlüce'de iftar.

Ramazan klasiklerini biliriz hepimiz:
Televizyonlarda sucuk reklamları artar, dua eden hocalar çoğalır, reklamlar ramazana uyarlanır, orucun vücuda iyi geldiği haberleri Amerika'da yapılan araştırmalarla desteklenir, güllaç yapılır/yenir, iftara gidilir, hurma kendine bir yer edinir, "nerede o eski ramazanlar" sohbetleri tekrarlanır, feshane tanıtılır... ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü şey...

Ben sanırım küçükken feshaneye gitmişim, sonra da götüren olmamış beni. Merak etmişimdir ama hep. Vesile bu ya, merve hemen bir plan yaptı ve hep beraber hooooop feshanede bulduk kendimizi. Hep duydum, her giden bahseder oradan yani. Ama bir kişi de demedi ki "gittim, hiçbir şey yoktu" diye.

Ben diyorum: "Gittim, hiçbir şey yoktu."
Standlar var bolca, ne ararsanız bulabileceğiniz. -ki skalanın sucuk ekmekten donuta kadar uzandığını söylemeden edemeyeceğim-

Ama o kadar.
Gittik.. Fuar alanı gibi de bir yer yapmışlar, orayı da gezdik.
Fuar alanında çalan şarkı ise hala kulaklarımdadır: "Bizim çocuklarımız onlar, bizim evlatlarımıııız..." Bu müzik eşliğinde hayli dolandık içeride. Zaman zaman eşlik bile ettik şarkıya, ne yalan söyleyeyim.

Neyse..İftar için orasının çok kalabalık olacağı öngörüsünde bulunduk ve nihanın verdiği gazla, karşı tarafa geçtik, Sütlüce'ye. Karşıya geçerken kullandığımız köprünün sadece ramazan ayında kullanıma açık olduğu bilgisini de vermeden edemeyeceğim. Devam ediyorum..Bilen bilir, sütlüce'nin uykuluğu meşhurdur.nihan da bizi hem uykuluk bulabileceğimiz hem de uykuluğu sevmeyeceğini düşünen ben'in yiyebileceği bi şeyler bulunan herhangi bir yere götürmek istedi.

Çok dolaşmadan yerimizi bulmuştuk: Vakkas'ın yeri.

Böyle içeriye girdiğimde eski türk filmlerinde hissettim kendimi. Renkli renkli ışıklar, eski radyo, gramofon, soba, siyah beyaz fotoğraflar derken.. bayılmıştık oraya.




Fonda türk sanat müziğini de duyunca,, oturduk hemen bi masaya. Orucumuzu açmak için harika bi yerdi, harika değildi aslında da... değişik...





Şunun gibi birkaç fotoğraf çektirip kendimizi ortama ait hissedince bulunduğumuz yer hakkında konuşmaya başladık.



-Yani böyle di mi eski türk filmlerinden çıkmış bi yer gibi..
- evet evet müziği de güzel
- burası şey ama ya bildiğiniz
- Dİ Mİİİİ MEYHANEEEE

Bundan sonra "meyhane" olarak anacağım bu yerin sahibi de bizi onayladıktan sonra iftar için ne kadar uygun bir yere geldiğimizi düşünüp birbirimize yapmacık gülücükler fırlattık.

Meyhane sahibinin "Yemeğinizi kaçta getireyim" sorusuna "iftara yakın" diye verdiğimiz cevaptan sonra "peki iftar ne zaman" diye soruşu ise yapmacık gülücükleri gerçek kıldı.

Yine meyhane sahibinin "mesela caddede bi şey olsa polis oraya hemen gelir, müdahale eder ama burası kuytuda kaldığı için polis falan hiç gelmez buraya" demesi ise yüzümüzdeki gerçek gülücükleri tekrar yapmacık yapmaya yetti.

Yedik, içtik, şarkılara eşlik ettik ve pek memnun olarak ayrıldık meyhanemizden.


Yine de her şeye rağmen pek sevdiğimiz bu yeri, tüm meyhane arayışı olanlara şiddetle tavsiye ederim ben

Uykuluk mu ? Pek sevmedim; ama denemeye değer.

Feshane? Donut yiyebileceğiniz daha güzel yerler biliyorum.


Selin G. İstanbuldan bildiriyor, hepinizi öpüyor.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kısa Hikaye.

İçimdeki heyecanı kendime bile fark ettirmemeye çalışıyordum.

“Yahu saçmalama, her zamanki gibi bir buluşma işte. Anlatacaksın, onlar anlatacak, dinleyeceksin, güleceksin. Aynı ya, her şey aynı.”

En erken ben varmıştım. Çok bekletmeden onlar da geldiler. Öpüştük.

“Ee, nasıl gidiyor” minvalinde ilerleyen laflar ettik birbirimize ama öylesine.

“Hadi bana sorun, bana. Ben anlatayım”

-“Yağmur mu yağacak?”
_”Üstümüzde şemsiye de yok.”

“Ne yağmuru ya, ne yağmuru şimdi. Ben şu içimdekini bir anlatayım sonra yağsın istediği kadar.Hadi bana sorun, sorun bana.

Siparişlerimizi verdik.

“Of yemekten sonraya mı kaldı acaba? Eğer kimse sormazsa, yemek esnasında anlatırım. Ağzım dolu da olsa konuşurum, onlar alışık.”

-“Ee, Selin sahi anlatsana neydi o bahsettiğin şey?"

“oleeeey oleeey oleeey oleeeey.... Sonunda ya, sonunda. Dilim damağım kuru falan ama olsun. Başlıyorum.”

İçimde zafer taklaları atılırken anlatmaya başladım, aynı heyecanla.
Hızlı hızlı anlatmak istedim, sıkmamak için hem, hem de çabuk bitsin istedim, kurtulayım.

“Aa.Hiç tepki vermiyolar ya acaba bi yeri mi atladım?”

Neşelenmiştim tepkisizliklerini görünce.
Sustum sonra. Bu sefer onlar konuştu.

“Ee, Selin. Sen de buna mı üzüldün? Velev ki seni kötü bildi... ee? Çok mu önemli” dedi biri.

"Hayatına bu zamana kadar ne katmış ki hayatından çıkması senin için kötü olsun" dedi diğeri.

“Şahsen ben sadece güldüm” diye hafifletti öteki.

Bir diğeri “Ne olacak yani, önemli mi ?” diyerek bir şeyler anlattı. O zaten hep bir şeyler anlatırdı, biz dinlerdik.

Suskundu bir tanesi de. Her zamanki gibi. Suçlamadı, suçlamazdı; ama hak da vermezdi.

“Kimseyi ilgilendirmez, bu senin hayatın”
“Tabii ya.”
“ Mutluluk senin mutluluğun.”
“Evet ya, benim mutluluğum.”
“İstediğin şeyleri yapacaksın tabii ki hayatında, başkalarının istediğini değil.”
“Hiç. Benim hayatım bu ya, benim.”

Yaptığım her şeyi onaylayacaklardı sanki, onayladılar da.
Birden kollarımdan tutup hayatımın merkezine beni oturtuverdiler, şaşırdım. Yerin orası der gibiydiler.

Gülümsedim. Yüzümde tebessüm vardı ama içimde sevinç taklaları atan şey kendinden geçmişti adeta.
Mutluydum çok.
Ara sıra aynı şeyi düşünürdüm ama yatmadan önce yine düşündüm:

“Peki ben, sizi hak edecek ne yaptım?”

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Veni, vidi, beğendim.

İkiz olmanın güzel yanlarından biri de, kardeşinizin sizinle aynı yaşta olmasıdır. Evet. Böylece, kardeşinizin arkadaşlarıyla siz de arkadaş olabilirsiniz, çünkü onlar da genellikle sizinle aynı yaştadırlar.

Bu çok ilginç bilginin arkasından, Pelin'in okuldan arkadaşlarıyla Bartın'a gittiğimi söyleyeyim o halde.

1Bartınguncesi

7 gün. Tam 7 gün kaldık Bartın'da. Birce var, Pelin'in arkadaşı. Pelin'i "Ulus'ta kocaman evimiz var bizim" diyerek ikna etmiş. Evet. Pelin, evin büyüklüğü konusunda Birce ısrar edince teklifi kabul ettiğini saklamıyor.

6 kişi Ulus'ta kaldık biz. Bartın'a uzaklığı 45 dk falan. Eğer bir yere gitmek istiyosak öncelikle 45 dk yı gözden çıkarmak gerekiyo yani. Tabi İstanbul'un dışında oturan benin, bunu hiç yadırgamayacağını herkes tahmin edebilir.

Biz otobüse bindik hepimiz, gidiyoruz. Vardık Bartın'a. F.D, Bartın'a vardığımızda, yeşilliklerin içinde yerleşim yerlerini görüp şu yorumu yaptı: "Ne ilginç böyle yerlerin de bir şehir olması. İnsanlar yaşıyo yani burda, biz böyle yerlere piknik yapmaya gidiyoruz". Ve Bartın zihinlerimize böyle kazındı. İlk gidilen yerler her zaman biraz daha uzak gelir ya hani. Heh işte bize de öyle oldu. Birce'ye "gelmedik mi daha" diye soran ana sınıfı çocuklarıydık biz. Birce de bizi oyalamak için "5dk kaldı, geldik" diyen anne idi.

Ama gelmiştik. Gerçekten kocaman olan evlerine bir güzel yerleştik. Planları yaptık, sırasıyla Eldeş köyü, Amasra, İnkumu, Safranbolu 'ya gidecek, vaktimiz olursa da tekrar gittiğimiz yerlere gidecektik. Böyle.

İlk günü, Eldeş köyüne çıktık. Birce'nin annesinin köyü, yabancı yer değil. Çok yürüdük, dağ tepe aştık ama gerçekten çok güzel bir köye vardık. Çimenleri gören P.G, "Bu çimenleri kim biçiyo yaaa ? " sorusuyla hepimizi şaşırtırken, ardından "çim biçme makinesiyle köylüler biçiyodur herhalde" diyerek kendi sorusuna kendi yanıt vermiş oldu. Fakat P.G bilmiyordu ki orası bir köydü ve hayvanlar çim yerdi. Ve bizler, gülüşmelerle "Otlatmak" fiilini lügatına kazandırmış olduk P.G'nin. Köyde tanıştığım 4 yaşındaki Hüseyin de P.G'ye gülerdi zira "İnekler kız mı, erkek mi Hüseyin? " sorusuna, "İneklee erkek oluu mu hiiç kömüşlee erkektii." diyen bir çocuktu o. sevdim onu. Timsah taklidi bile yaptırdım ona.



Amasra'ya gittik hemen ertesi gün. Güzel yer azizim, güzel yer de... Pek sıcak. Denize girilebiliyor, her ne kadar kalabalık da olsa, geziliyor, tekne gezisi yapılabiliyor... Hatta dövme bile yapılabiliyor. Öyle ki, şu an sırtımda renkleri atmış 2 tane kuş süzülmekte. Aniden karar verdik üçümüz, üç kişi. B.U, "Siz bence gazla çalışıyosunuz" derken o kadar haklıydı ki... Hepimiz mutluyduk ama dövmelerimizle. L.Z'nin yıldız yaptıracak olan S.Ö'ye yardım etmek adına dövmeci çocuğa, "yıldızın bir kıvamı var ama..." diye verdiği gözdağı ise, unutulmayanlar arasında.


Yollar uzundu aslında ama bir şekilde geçiyordu hep."Goççum benim goççum benim al yanaklı goççum benim" şarkısını ezberlediğimde Amasra'ya varmıştık mesela. Şöyle de devam ediyor bu şarkı "Goççum benim goççum benim bal dudaklı goççum benim." Gerçekten etkileyiciydi.

Aaa sahi, Amasra plajında güneşlenirken, annemle babamın da Amasra plajına gelip bize "sürpriz" yaptıklarını söylemeden edemeyeceğim. Ve itiraf etmeliyim, sürprizlere bayılmam. Neyse ki, İnkumu'ndan yerlerini ayırtmışlardı.

İnkumu da güzel yerdi. Denizi bir buçuk metreden fazla olan dalgalarla şenleniyodu. Biz de içinde 5 kız, dalgalardan kah kaçıyor, kah dalgaların içine giriyor, kah dalgaların altında kalarak eğleniyoduk. Bi şey diyeyim mi, dalgalı deniz daha güzel. Aldanmayın beyaz kumlu çarşaf gibi denizlere, en güzel deniz sahiden de Karadeniz'de. Kafiyeler istemeden oldu.


Bi gün evde oturup yaprak sardık, pasta, börek falan yaptık, yedik. Bir diğer gün de mangal yaptık. Bu da kanıtı :


Ben mesela köfteyi yaptım. "Karabiber koyayım mı ?" soruma, S.Ö "Bas" diye yanıt vermeseydi belki daha kolay yenebilirdi köftem. Yedikten sonra herkesin genizleri açılmıştı ve hepimiz daha rahat nefes alıyorduk. Yine de yarı-közde kahveyi içtikten sonra hepimiz mutluyduk. (B.U, "közde olmayacak bu kahveler" deyip onları ocakta pişirmeseydi közde kahve olacaktı onlar)



Safranbolu'ya gittik ve de... Safranbolu'nun en sevdiğim yerinin evlerinin değil de çarşısı olduğunu kimseye söylemiyorum. O yüzden Safranbolu'yla ilgili pek bir şey diyemeyeceğim. Ah bi de , safranlı lokum güzel. eheh.


Bence tatil için yeterince keyifli bi yer Bartın. Hem deniz var, hem doğa . Ve ben bu cümlelerimle Bartın'ın turizm elçiliğine ilk sıradan aday olmalıyım. A Birce var sahi, ilk sırada o var. 5 kişiyi muhteşem bi şekilde ağırlayan, her seferinde "Ulus güzel yer ama di mi?" diyerek parlayan gözleriyle onay bekleyen ve bizim unutamayacağımız bi tatil yaşamamıza vesile olan kız.

Birce,
Ulus güzel yer ve bizi kusursuz bi şekilde ağırladın.



Ama İstanbul,
Sen daha güzelsin.


Hepinizi öperim.
Son olarak sizlere arkadaşım eşekle veda etmek istiyorum.



15 Temmuz 2010 Perşembe

Heybeliada'da mehtabı bulamadık biz.

Hayatımda ilk defa bedava bi şeyden faydalandım ben. Gerçekten. Hani böyle televizyon/radyo programlarında olur ya, "1 hafta 5 yıldızlı bir hotelde 2 kişilik davetiye kazandıınıııız" diyenler. Heh, ben onlara "hadi ordan" diyen olurdum hep.

Ama değilmiş, bu zamana kadar bedava tatil kazananlar hep tatillerini yapmışlar yani. Onlara "enayiler, inanıyolar hemen" dediğim için çok pişmanım, özür dilerim.

Heybeliada'da tatil kazanmıştım ben de. "Hadi ordan enayi" demeyin, valla.


1Heybeliadaguncesi

Adaya gitmek aktarmalarla birlikte 2 liraya falan mal oldu. ehe. Bu bence çok önemli bi şey. Oteli bulmak da zor olmadı. Denize düşmeden, ortadan yürüdük ve yukarılarda bulduk oteli: Merit Halki Palace. Ya isminin sonunda Palas var diye yazıyorum resmen. hani soran olursa tamamını söylüyorum, çok havalı napim. Ya da ben görgüsüzüm muhtemelen.

Gittik otele, biz geldik dedik 3 kişi. Bizi bi odaya yerleştirdiler. Hani bedava ya, bekliyorum ki, en izbe odayı falan vericekler bize.. Değildi ama.

Gelir gelmez hemen "wuhaaaa haavuuz vaar ooluum atlayaak" modunda üstümüzü ışık hızında çıkarıp havuza indik.Ya biz o kadar çekiniyoruz ki, hiçbi şey soramıyoruz. Göze batmayalım diye böyle hani öğle yemeği de var mı yiyebilcek miyiz falan diyemiyoruz yani. Onu geçtim, şemsiye yoktu, şemsiye istememiz lazım şöyle bi muhabbet dönüyo aramızda :
-of çok güneşli şemsiye lazım bize.
-evet gerçekten çok güneş var. şemsiye iyi fikir aslında.
-şemsiye alsak mı?
-evet ya şemsiye alalım.
-şurda şemsiyeler var.
-evet, alsak mı şemsiye?
-alalım ya, baksana lazım.
-evet ya şurda hemen, alsak iyi olur.
-çocuk var yanında ona mı söylüyoruz acaba?
-bilmem ki, nasıl alınıyo o şemsiyeler?
-bilmiyorum ki ben de, ama almamız lazım olmaz böyle.
...
-Yahu gidip alsana !

Bir şemsiye için birbirimizi onaylayarak geçirdiğimiz onca vakit düşünülürse öğle yemeğini soramamamız gayet normal olsa gerek. Akşama kadar aç durmamıza hiçbiriniz şaşırmadı di mi?güzel. Akşam indik yemeğe, menüden falan seçtik, harika yemekler vardı ama bizler menüden sadece yiyebileceğimiz kadarını seçiyoruz. Hani başkası olsa, bedava diye sömürür, oysa biz, o kadar iyi niyetliyiz ki ziyan olmasın diye yeteri kadar alıyoruz. değil tabi. en ucuz yemeğin 20 lira olduğunu gören bizler temkinli yaklaşıyoruz, ya paralıysa?

Akşam Heybeliada'yı gezelim, hem de plajlarını keşfedelim vs diye dışarı çıktık. Çılgın Heybeliada geceleri yani anlıcaanız. Hayır tabi. Her sayfiye yerinin vazgeçilmezi olan "kordonda yürüme ve yürüyerek dondurma yeme" aktiviteleri dışında bir şey yapamadık. Çünkü eğlence mekanları yokmuş öyle. Olsun ama, kafa dinledik, ne var yani kafa dinlemiş olduk. Ayrıca akşamları o kadar da sakin değildi tabii ki. Çünküüü sinek arabası vardıııı. Eğveeet. Gökçenin küçükken oynadığı "sinek arabasının peşinde koşmak oyununu" oynamaya yeltendik, ama büyüdüğümüz ve akıllı olduğumuz aklımıza gelince sadece " sinek arabasıııııı" "kaçaalııım" "vııınn" efektleriyle eğlenmiş olduk. aramızdan biri, önünden kaçalım o zaman dedi ama kim olduğunu söylemicem.

Akşamları mesela bi eğlencem daha vardı benim: evlerin içini dikizlemek. O kadar güzel ki evlerin içi, durup durup bakıyodum böyle. Yaşlı insanlar diyodum, ölüp gitçekler bunca mal mülk hepsi boş deyip kendimi avutuyodum :)) .. Adayı akşamları geziyoruz değişik sokaklara girelim diyoruz ama hep aynı yerlere çıkıyoruz. Ve gökçenin bir çıkarımı daha şuydu ki, "sokaklar aynı orayı anlıyorum ama buranın insanları da aynı hep aynı insanları görüyorum" Gökçe haklıydı.

Odada Gizem'le telefonda konuşuyorum. Anlatıyorum heyecanlı heyecanlı işte şöyle güzel böyle geldik ama sizsiz olmuyo vs vs.. Derken kapı çaldı, garsonlardan biri elinde meyve sepetiyle odaya girmek istedi. "Yoo yoo dedim, biz meyve falan istemedik." (Tokuz biz hesabı) "Hayır dedi bu ikram" .. Hayatında ilk defa ikramda bulunulmuş olan ben, telefonun ucunda şöyle bir cümle sarf etmiş oldum: "Gizeem, şu an bize ikram geldiii". Bunu duyan garsonun pis pis güldüğünü söylemesem de olur herhalde. Neyse efendim bu meyveler geldi ama bizler tabi hala bi yanlışlık var düşüncesindeyiz. Attık meyveleri dolaba. Biz var ya, bi yanlışlık olmuştur diye kaç gün o meyveleri yemedik, dolapta öylece sakladık.


2. gün de erken kalkalım, klasiktir bisiklet kiralayıp adayı bi de öyle gezelim dedik. Yaptık da. Yapmaz olaydık. Bisiklet 1.5 saat kaldı bizde ve ben bu 1.5 saatin yarım saatinde o bisikletin üstündeydim. Aslında hepimiz. O yokuşlarda bisikletle çıkmak ne mümkün !



Ruhban okulu varmış haydi oraya gidelim dedik, orası da teee en tepede.. Yalnız bir Allah'ın kulu da demedi ki bize, sakın bisikletle çıkmayın oralara diye. Size söylüyorum şimdi ben, sakın, çıkmayın. Oraya kadar çıktık, evet. Ama pelinden en son duyduğum cümle şuydu: "Selin pantolonundaki ıslaklık ter mi? " Bunun türkçe karşılığını hepimiz biliyoruz nereye kadar terlemek olduğunu. Neyse. Gittik, bizi kapıdan geri çeviriyolardı, randevuyla çalışıyoruz diye. Biz ama o kadar acınası görünüyoduk ki sanıyorum ki bize acıdılar ve bahçeyi gezdirdiler. Eğer üstümüz yarı çıplak olmasaydı belki Baba Yorgi bize "böyle zaten içeri girerseniz Meryem Ana çarpar size" demicekti. Baba Yorgi, 79 yaşında, ama hiç de 79 yaşında durmayan gerçekten çok "baba" bi adamdı. Bize bahçenin meyvelerinden verdi, kuzuları gösterdi, eşekleri gösterdi.. Çok güzel gezdirdi bizi. Fakat sanırım bizi öğretmen olacak sanıyodu ki oradaki öğretmenlerden birine öyle demiş. Öğretmen de sordu bize, "siz öğretmen misiniz?" diye. Bence buna verilebilecek en güzel cevabı Gökçe verebilirdi ve verdi de, pat diye yapıştırdı: "Hayır, turistiz."





Bir akşam da, oturduk, akşam yemeği için. Çok tatlı bir adamcağız geldi, orada görevli belli ki. "Merhaba hanımlar, Kıbrıs kokusu alıyorum" dedi. Hayır falan dedik biz de tabii ki. İstanbuldan geldiğimizi söyledik. Sonra devam etti: "Güzel bayanlar, bugün sizlere akşam yemeği için, set menü hazırladık. Önce ordövr tabağı ardından ara sıcak olarak paçanga böreği ve sonrasında hoşunuza gideceğinizi umduğum karışık ızgara, peşinden de dilerseniz günün tatlısından ikram edeceğiz, uygun mudur? " Bizler evet evet çok uygun, daha uygun olamazdı gibisinden cevaplar verdik ve adam gittikten sonra hepimiz aynı şeyi düşündük : "Bi yerlerde bi yanlışlık var , bizi kesin birileriyle karıştırıyolar." Yemek gelene kadar bunun üstüne konuştuk. En son şöyle konuşuyoduk, "Gökçe, kesin ölücez ya da bi şey olucak her şey bu kadar mükemmel olmamalı". "Selin belki de gelirken öldük, burası da cennet, baksana yeşillik falan". Vallahi bir an için, olabilir mi cidden diye düşündüm.

Hotelin genel müdürüyle hoş bir sohbet ettikten sonra anladık ki, hiçbir yerde bi yanlışlık yok. Adam kendi söyledi "havuz başına bir meyve tabağı söyleyeyim iyi gider" diye yaahu.Ödülmüş yani bu, bedava yani. Of ama, her şey o kadar bedavaydı ki, haliyle çok güzeldi.


Bir yarışmada ikinci olmak bu kadar güzel olamazdı diyor, merit halki palace ' a bir alkış rica ediyorum.


Gezmeler, görmeler devam etsin ya.

25 Haziran 2010 Cuma

Şans.

Her zaman değil, bazen, çok okuyamadığım, yazamadığım ve düşünemediğim için kendimi iyi ve hatta şanslı hissediyorum. Bu benim yalnız bir insan olmadığımı gösteriyo bence.

Beni meşgul kılan insanlar, iyi ki varsınız.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Çocuğuz biz, hepimiz.

Biraz önce piknikten geldim. Leş gibi kokarım hala hatta.
Ne zamandır istiyodum bi pikniğe gitsek şöyle mangal yaksak aman aman... Yeşillik olsa, böyle ben babama yardım ediyomuş gibi yapsam mangal yakarken ama her şeyi daha da berbat etsem.



Kısaca özlemiştim.

Genelde herkesin pikniği aynıdır bilmem fark ettiniz mi? Yani işte gidilir, mangal yakılır bir yandan salata yapılır, sofra kurulur.. Çocuklar top oynar, salıncak/hamak kurulur... son olarak her şey bittiğinde o köz ziyan olmasın diye - ki bu mantığı seviyorum, düşünsenize közü bile ziyan etmek istemiyoruz ah harikayız!- o közün üstünde ya patlıcan efendime söyleyeyim ya da biber közlenir. Eğer keyfe düşkünseniz, bi de közde Türk kahvesi..

Yalnız ben bu -tabiri caizse- hengamenin içinde hep çocuk suretindeydim. Ya top oynayan, ya da salıncakta sallanan çocuk rolü işte, oydum ben. Bugün fark ettim ki, 21 yaşındayım ve hala öyleyim.

Baba çok güzel, mangalın başında uğraş veriyo... Anne salatayı yapıyo, sofrayı kuruyo. Çocuk, yani ben, hamakta sallanmış her şey hazır olsun diye bekliyorum. Roller nasıl da belli! Anne olmak istemedim o an işte ben. Sorumluluğa bakın, eğer o sofrayı hazırlamazsa, bi sofra olmıcak; salata yapmazsa mesela, bi salata da olmıcak. Çocukluk güzel işte, keyfini çıkarıyorum ben de.

Tam bu sırada aklıma gelen bi anımı paylaşmak istedim. 1-2 sene evvel, dayımın evine hırsız girmiş. Bunu dayım evde yokken ben, Pelin ve yine akranım Tugay farketmişiz. Hırsız giren evde oturmuş, polisleri bekliyoruz annem, Pelin, Tugay ve ben. Polisler geldi. Annem polislere "çocuklar da buradaydı onları da çağıralım parmak izlerini almak için" demiş. Annem şöyle anlatır o ânı: "Ben öyle dedikten sonra, polis sordu "çocuklar kaç yaşında abla" diye, ben cevap vermicektim ama odaya siz girdiniz kocaman kocaman... ben de mecbur 20 dedim ama çok utandım" ... Öyle işte. her halimle "çocuk"um ben, çocuğuyum annemin :)


Düşünüyorum, böyle 30 yaşına falan gelmişim ben. Hala hamakta sallanıyorum. Babam pişirsin, annem servis yapsın diye bekliyorum hala. Of, acıdım kendime. Eğer babam ben hamakta sallanırken bana " ee kızım artık annenin yaptıklarını sizin yapmanız lazım" demeseydi, belki hiç düşünemicektim bunları ben. Belki bu daha da acınası.


Ama hepimiz annemizin babamızın çocuğuyuz işte. Çocuğuz.
Hani 30 umda hamakta görürseniz beni, şaşırmayın yani.




16 Haziran 2010 Çarşamba

Selinella

Tatil geldi aman ne hoş, ne boş olacak derken okuldaki reklam/sosyal sorumluluk kampanyası yarışmasına katılmış buldum kendimi.

Ve masal gibi günlerim de öyle başladı...

Şöyle ki, yarışmaya katılmak istememin tek nedeni, ikincilik ödülüydü: "Heybeliada'da 3 günlük konaklama"


1yarışmagüncesi

Reklam kampanyamızı hazırladık efendime söylim, pazartesi günü de gittik sunumumuzu yaptık. OF. Heyecan bambaşka bi şey. Ben ki dur durak bilmeden konuşma konusunda kendimi bir usta sanarken, heyecanlanınca hiç de öyle olmadığımı gördüm. O ne ilginç bir ruh halidir ! Mikrofon elimde, elimin titremesini engellemek için sımsıkı tutmuşum. Bir yandan de sesimin titremesini engellemeye çalışıyorum ama onu tutamıyorum işte. Ne mümkün! Artık bi ara kuş gibi ciyaklıyodum. Tecrübesiz olmak kötü azizim.

Aynı gün, sonuçları bekliyoruz. Rakiplerimizin neler yaptığından haberimiz yok. Ama herkese dualar ediyoruz: "İnşallah siz 1.olursunuz".
2. olmak istemek daha stresli. Hani düşünsenize, 1. lik bile memnun etmicek.

Kısa ama stresli bir bekleyişten sonra sonuçlar açıklanınca öğrendik ki, bizler 2. olmuşuz. Buna birincilerin birinci olmasından daha çok sevindik kanımca bizler.

Aklımızdansa şu dizeler geçiyodu tam o esnada:

"Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık,
Sandallarımız neşe dolar zevke dalardık.."
Dereceler açıklandı efendim..Bizler ağzımızı kapatamayan hallerimizle katılım belgelerimizi aldık, fotoğraf çekindik ve her şey orada bir rüya gibi geçti, bitti sandık. Yanılmışız. Ödüllerimizi fakültemizin 60. yılı için düzenlenen gala yemeğinde alacağımız müjdelenince ve elimize davetiyeler de verilince bu işin daha da keyifli bir hal alacağını düşündük.

Ve işte gala yemeğinin olduğu gün, yani dün, hazırlandım ve bu güzel yemeğe "davetli" olarak katılmanın vermiş olduğu huzurla,-o tabiri caizse "kalburüstü" kalabalığın içinde- garip bi aidiyet duygusu hissettim. Ödüllerimizin o gece verilmeyecek olmasını öğrenmem dahi saadetimden çalamadı. Cinderella da böyle hissetmiş olmalı diye düşündüm.

Ve masal günler de böyle sona erdi.
Ama bir de Heybeliada var di mi !



Okula daha sık gitmeye başladıkça, daha bi sevmeye başladım okulumu. En azından "okulum" diye sahiplenebiliyorum. Harika insanlar tanımaya başladım. Harika derken, gerçekten "harika". Hocaların isimlerini öğreniyorum mesela. Tanımaya başladım yavaş yavaş. "Keşke daha uzun sürem olsaydı bu okulda" bile dedim. Öyle.

Tatile odaklanmış durumdayım. Hayır hayır, Heybeliada'ya değil. Şu aylarca sürecek olan tatile.

Korkuyorum da bi yandan. Hani böyle çok mutluyum. Yani gerçekten çok. Hatta belki de benim mutluluk şahikam bu yani. Ama insan doruğa gelince inişler başlar ya hep. Böyledir bu. Ondan korkuyorum işte ben de.

Of. Her şeyi unutup bomboş yatma hayalleri kurmak istiyorum.
Ah ! Bir de şu dergi işi var di mi ...
Her şeyi unutamıyorum.


Seni seviyorum.*




_________________________________________
* Bunu daha sık kullanmaya başlamalıyım.

5 Haziran 2010 Cumartesi

49 yaz.

Mezun olmanın en kötü yanı ne biliyo musunuz ? Bi mezuniyet balosunun olması. Gerçekten ya. Mezuniyet balosuna hazırlanmak mezun olmaktan daha zor bi şey bence. Hayır kadim dostlarım ben değil, ikiz kardeşim mezun oluyor !


Finallerimin bittiğini düşünürken, pazartesi son bir finalimin kaldığını öğrenmemle mutluluklara gark oldum. inek öğrenci kimliğimi perçinlemek adına söylemiyorum ama canım hiç tatile girmek istemiyor benim.

gerçekten bak. tatille ilgili düşüncelerim pek olumlu değildir. tüm yazını "beach"lerde geçiren gençlik bu düşüncelerimin iler tutar bir yanı olmadığını düşünebilir ama tüm yazını "ev"inde geçiren ben, bence çok haklı.
Tatilime bir bakın hele:

-1tatilguncesi-

Kahretsin. Tatil!
Hani bazen ellerini nereye koyacağını bilemez ya insan, heh onun gibi bir "ne yapacağını bilememe" durumu yaşıyorum ben . hani "kal gelmek" deyişi bende hayat buluyo resmen.

Ne yapsamın ilk hareketi, göremediğim arkadaşlarımı görmek oluyo. teker teker o sıcakta hepsiyle görüştükten sonra, bitiyor bir yerde bu gezmek "aktivitesi". zaten o sıcakta, sıklıkla, istanbulun içine gitmek zorunda oluşum da yoruyor haliyle beni.

Ne yapsamın ikinci hareketi, sanal dünya ile haşır neşir olmak. o bilgisayarın başında, hiç kıpırdamadan geçirdiğim saatlerden bahsediyorum size. evet. görseniz, acırsınız.

İşte buradan sonra "beyhude geçti zaman eyvah" aşaması geliyo. Bu aşamada ben, yaptıklarımdan son derece pişman, kendimi yararsız hissetmekten sıkılmış, sıcaktan yapış yapış bir halde, evde yatağımın üzerinde, tavandaki bir noktaya bakarak düşünüyorum. sabit bir noktaya bakan bir bene, ben bile tahammül edemediğim sırada...

ta taam..1 haftalık bir tatil. deniz -kum- güneş falan diye kısa kesiyorum burayı; çünkü gerçekten kısa kendisi.

tatil dönüşü "deja vu" yaşıyor, tekrar sabit bir noktaya bakma evresine geri dönüyorum. O zamansa artık ders çalışmak mı dersiniz, hızlı hızlı kitap okumak mı, bi şeyler yazmak mı... Kendimi iyi hissetmek adına, Allah ne verdiyse...

tam her şey rayına oturmuş, artık kendimi işe yarar hissederken ben, tatil de tam bu noktada bitiyor.

hani, eğer ilkokulda olsaydım ve hocam okulun ilk günü bana tatilde ne yaptınız konulu kompozisyonu yazdırsaydı gerçekten yazacak hiçbir şey bulamaz ve muhtemelen yalanlarla dolu bi şaheser yaratırdım.

"Ailemle hayvanat bahçesini gezdikten sonra, hayvanlar için daha iyi bir dünya bırakmamız gerektiğini düşünüp, işe öncelikle evimin önünü temizlemekle başladım...
...
Topkapı sarayına 6.kez gitmiştim. Ama yine de sanki ilk gitmiş gibi notlar aldım ve yine duygulanarak ağladım..
...
Babamla birlikte çiçekleri suladıktan sonra, kemanımla, babalar günü için bestelediğim parçayı babama çaldım. Babam çok duygulandı ve o gün, babamla, bütün günümüzü sudoku çözerek ve puzzle yaparak geçirdik.
...
Annemi yorgun görünce, ona ev işlerinde yardım ettim. Annem de bunun karşılığında, okuduğum kitapları bitirdiğimi görmüş olacak ki bana 12 kitap daha hediye etti
... "


Of ya..
Aklıma geldikçe kötü oluyorum. Yeni bir tatil şekli geliştirsek. Mesela derslerden bunaldığımız zamanları hesaplasınlar.. atıyorum 1 ay sonra 1 haftalık bi tatil ? böyle ara ara, öğrenim hayatımızın içine serpiştirseler bu tatilleri. daha verimli olmaz mı sorarım size ?


Şurada yaşayacak, olsa olsa 50 yazım var... Kaldı mı sana 49.




26 Mayıs 2010 Çarşamba

hep eleştiri hep.

Finaller başladı.of ki ne of. gerçi size ne bundan. sıkıntı benim sıkıntım.
ama final haftası geleneğidir herkesin bikaç kez "finaller of aman" diye söylenmesi gerekir. ben de işte efendim eskilerimizin deyimiyle teamül olarak söyleneyim dedim.

hocalarıma buradan seslensem... ya da ne de olsa her şekilde, kimsenin umrunda olmadığım için gönlümce seslenmek istiyorum onlara.

Sevgili hocalarım,

Bakın. Belli ki belli bi başarıya sahipmişsiniz ki hoca diyorum size. tamam. güzel. Ama her şeyi bilmek zorunda olmadığınızı idrak edin istiyorum. hani sosyal sorumluluk dersine sizi sosyal sorumluluğun kraliçesi olduğunuz için yerleştirmiyolar; öyle denk geliyo. o yüzden bence çıkın bu ben biliyorum havalarından. çıkın da az bir şeyler öğrenin..öğrenin ki bir şeyler öğretin. bilmemek ayıp değil klişesini burada kullanmak yerinde olurdu ama hayır, kullanmayacağım. o fotokopiciye verdiğiniz notlar haricinde bir bilgi aktaramıyor oluşunuzu geçtim, daha doğru düzgün eleştiremiyor, yorum yapamıyor oluşunuz çok acı. üzülüyorum.
ders notlarının kopyala yapıştır usulü hazırlanıyor oluşu, notlarda gereksiz tekrarlara sebebiyet veriyor. buna dikkat edin. hazırladığınız notları en azından bir kez de siz okuyun. bu tekrarlar sayesinde/yüzünden 30 sayfalık notu 3 sayfalık özet halinde çalışmak zorunda kalıyorum.

İnanır mısınız bugün tramvayda gelirken hukuk okuyan bir kızın yanında oturdum. bir dakika. inanır mısınız kısmını burada kullanmayacaktım. inanır mısınız kızın 75 sayfa elle yazılmış notu vardı elinde. evet evet. hukuk tabi. normaldir. ama ben o elimdeki "web" nedir başlıklı notu açıp kızın yanında okumaya utandım. bir web sayfasında bulunması gereken özellikler: arama motoru olsun renkleri hede olsun yazıları güzel olsun hede hödö. halkla ilişkiler 3. sınıf öğrencisiyim, seneye tez yazıp mezun olacağım ben ya. hala tanım ezberliyorum.

serzenişimi burada noktalıyorum. bundan sonra yazacaklarımla ilgilenmezsiniz.
Kendinize iyi bakın,
iyi çalışmalar.


evet. durum bu. bu eleştirme işi çok itici, farkındayım. ama hani yani sorun ne çözemedim. "yahu nolucak bu türkiyenin hali" gibi bi hal içine girmek istemiyorum ama ister istemez o ruh haline bürünüyorum.

dekan çağırdı biraz önce.(of çok havalı oldu) misafirleri gelicekmiş yurt dışından mesela onlara rehberlik etmemi söyledi. okulun bedava rehberlik işlerini yapan bi görevliyim ben aynı zamanda. bozuldum. eminim adımı unuttu şimdiden. bana da yaranılmıyor ya da, bilemedim. mesela şu an okuldan yazıyorum bunu. misafirleri beklerken.

aa sahi bugün bi karakterle daha tanıştım. ya bu karakterlere dikkat edin bak, her yerdeler onlar. tanıyosunuz yani. Arkadaşımla bi şey konuşuyoruz ya da tartışıyoruz. neyse. konu ne diyerek konunun orta yerine atlamakla kalmadı aynı zamanda fikrini söyledi üstüne üstlük böyle böyle bir kural var diye kural uydurdu sonra bunu uydurduğunu söyledi en son olarak finali de benim dediğim doğru boşver sen onları gibi bişiler söyleyerek yaptı. cümlenin noktasız oluşu bu konu hakkında ne kadar dolu olduğumu gösterir.

insanlar yani. hem cahil olup hem de öğrenmeye kapalı, önyargılı olanlar. o kadar sevimsizsiniz ki. yanınızda bi şey bilmediğimi söylemek çok ağrıma gidiyo, bilin.


19 Mayıs 2010 Çarşamba

Akranlarım.

ya böyle çok değişik akranlarım var benim. bunu paylaşmak istedim. kısacık.

mesela bi tanesi, kırtasiyede, uç deniyodu. Hayal etmeniz için zayıf Türkçemle betimlemeye çalışıcam. Bi kırtasiye düşünün, üniversite yakınlarındaki kırtasiye nasıl olursa işte. Kuyruk var, fotokopi çekiyo amcamız, terlemiş alnı falan. Sonra yan tarafta da bi kız var. fotokopi makinesinin hemen yanında. Elinde 0.7 kalemi var. "Bi de şu ucu deneyebilir miyim?" diyo. Sonra o uç kutusunun içinden ucu çıkarıyo, kalemine yerleştiriyo bir kağıdın üzerine alelade bi şeyler çiziyo. "yok" diyo sonra. "bi de şu yandakini deneyebilir miyim ?" ama oradaki amcanın sakin olmasını bekleyemezsiniz ki. o da susmuyo tabi "yahu kızım alt tarafı bi uç al gitsin" . kız ne diyo ? "tamam şu yandakine de bakim karar vericem".. ben böyle akranlarımı görünce çok seviniyorum.


sınıfımda biri var. sanırım kendisi yapılan bir sunuma yorum yapmazsa öleceğini düşünüyor. ona bunun olmayacağını sakin bir dille söylemek istiyorum. tabi ona bunu anlatırken, soru sormazsa da ölmeyeceğini söyleyip daha da rahatlamasını istiyorum. Yoo yoo. Aslında bunu kendi öğrensin istiyorum. Sevgili R. , bir gün soru sormayıp, yorum yapmamayı denemeni istiyorum, göriceksin, ölmiceksin.


ve mesela yorum yaparken konjonktür kelimesini kullanmamanın bi şey eksiltmediğini gördüm. hadi akranlarım, deneyin. hiçbir yeriniz eksilmicek. tamam eğer bırakması zorsa seyrekleştirin madem. ne bileyim her cümleye onunla başlamayın mesela.


aa bi de şey var. okula bi firmadan geliyolar. o firmanın defterlerini getirmişler yanlarında da, öğrencilere vermek için. sonra kız öğrencimizin biri dersin tam ortasında defterlerin olduğu koliye doğru gidiyo. herkes şaşkın...
hoca soruyo tabi,
- kızım nereye gidiyosun ?
- hocam koliye bakmaya gidiyorum, diyo kızımız da.
- defter getirmişler kızım işte nesine bakıcaksın ?
- aa defter mi? ben avon kataloğu sanmıştım.

bence hepiniz çok eğlencelisiniz.




9 Mayıs 2010 Pazar

Bir şeyler öğreniyorum ama.

Hayat yani... İnsan yaşıyo işte... Yaşadıkça öğreniyo sonra adına tecrübe diyo sonra anlatacak bir sürü tecrübesi olduğunda da ölüyo. böyle bi şey.

Ben de yaşıyorum ya hani, öğreniyorum bi şeyler. Ölmeden önce çok tecrübem olsun istiyorum.

Geçen gün mecidiyeköy metrosunda mesela garantici olmayı öğrendim. Hani böyle turnikeler var ya çıkışta... İnsanlar önümden yürüyodu. Herkes 4-5 tane turnike olmasına rağmen 3 tanesini kullanıyodu. Solda bi tane turnike vardı, geçilebileceğine ilişkin de yeşil ok vardı üzerinde; ama öksüz kalmış, kimse onu kullanmıyo. Düşündüm o an.. Dedim ki insanlarımız ne kadar koyun, önden gidenin arkasından gidiyo herkes. Gerçekten görmeniz lazım. Kimse diğer turnikeye yanaşmıyo bile. Tabi bunu düşünen ben, koyun olmayı yediremedim kendime. Zaten acelem var.. Hızımı aldım hızlı hızlı soldaki yalnız, öksüz turnikeye doğru ilerledim .. ilerledimm.. ve çaaat.. turnike dönmedi arkadaşlarım. Ben de turnikeye çarpıp tüm vücudumla sarsılmamla kaldım. Dedim ki sonra, bazen garantici olmak lazım, koyun olmayı göze alarak hem de...


Kaybettiğim 352. şemsiyeden sonra umutlu olmayı öğrendim. Hani vardır ya evden çıkarlar kimileri, ellerine şemsiyelerini alırlar ve 10 dk sonra yağmur yağmaya başlayınca açarlar. Ben onlardan olamadım işte hiçbi zaman. Ama deniyorum. Evden çıkmadan havaya bakıp gözlerimi kısarak harika bir tahmin yaptığımı düşünüyorum mesela ve büyük bi gururla şemsiyemi alıyorum yanıma. İşte o gün arkadaşlarım, haftanın en sıcak günü oluyor. Hayatımın hiçbir günü yağmur yağacağını tahmin ederek şemsiyeyle evden çıktığımda yağmur yağmadı; ama umutluyum. kullanmadığım için şemsiyeleri haliye, kaybettim, unuttum bir yerlerde. ve şey için de umutluyum ben,, bir gün kaybettiğim onca şemsiyenin hatrına ben de yağmurlu bir günde bir şemsiye bulacağım. evet evet.

Ahırkapıda herkesin içinde bir çingene olduğunu öğrendim. Hıdırellezde öğrendim bunu. Arkadaşlarım sizlere şunu söyleyeyim, ister rastalı kafa olsun, ister gotik olsun, ister kalın çerçeveli bir entelektüel isterse tiki olsun... her insanın içinde bir çingene varmış ve meğer herkes dokuz sekizlik müziklerde oynamasını bilirmiş. ben "cool" görünümlü insanları romanların yanındaa "aydeeee" şeklinde dokuz sekizlik attırırken görünce çok mutlu oldum. aslında hepimiz ne kadar aynıyız. ehe.


"Bebeğinizi kucağınıza alın" demenin imkansız olduğunu öğrendim. Bebek yani daha, hani yürüyemiyo bile adam gibi. Fakat hanımımız almış bebeğini o hıncahınç tramvayda yanına oturtmuş. hayır efendim. yorgunum, belim ağrımış falan filan fayda etmiyor. söylenmiyo işte "bebeğinizi kucağınıza alın ben oturcam" cümlesi. gazi değilim ki, yaşlı hiç değilim.. göbeğim biraz var ama hamileyim dediğimde yutacaklarını sanmam. yok, diyemiyorum. ama mesela kadın bebeği kucakladığında boşalan bebeğin koltuğuna geçip oturabiliyorum. sonra bebek beni yerine oturmuş görüp ağlamaya başladığında bundan büyük bi zevk alabiliyorum. " ama abla oturmuş kızım olmaz" diyen annenin yerinden kalkıp yerine çocuğunu oturtmasını da keyifle izliyorum. iyi bi insan mıyım kötü mü bilemiyorum.

4 kişilik masa bulmanın yolunu öğrendim. Yemekhane dolu. 3 kişiyiz, yer bulamıyoruz. Neden? çünkü 4 kişilik masalara tek başına oturan insanlar var. Yapmanız gereken o masalardan birine " ceee.. biz geldik oturabilir miyiiizz" diye gitmenizdir. Yalnız bu soruyu sormadan önce oturun ki o 4 kişilik masaya tek başına oturan kişi, o sorunun ne kadar formalite olduğunu anlasın. Sonra oturun masaya, yemek yerken tanımadığınız o insana bakın arada, alakasız şeylerden konuşun arkadaşınızla. O insan bir an önce kalkacaktır. ta. taam. masa sizindir. Ha eğer kalkmıyosa, yeni bir arkadaş edinmişsiniz demektir. Pratik bilgiler bunlar.


Akademisyenlik için çok garip ve saçma bir süreç geçirmek gerektiğini öğrendim. ÖSS ya da benim gibi DGS gibi bi sınava girmişsiniz, bi okul kazanmışsınız. Düşünün, ne zor, ne stresli. Bitmedi. Okulunuzda güzel notlar almak için çalışmışsınız, hocalarınızın bile bilmediği konuları öğrenmişsiniz. Sonra mezun olmuşsunuz. ALES gibi bi sınava girip yüksek bir puan almış, İngilizcenizin iyi olduğunu kanıtlamışsınız. ta. taaaaam, araştırma görevlisi olarak hayalinize bir adım yaklaşmışsınız. Sonra asistanlığını yaptığınız hocanız piknik düzenlemek istemiş. Siz de burada tam olarak şöyle bir görev üstlenmişsiniz: "kasapla et için fiyat pazarlığı yapmak".Nasıl ama ? Hocanız için laptopunu taşıyıp onu sınıfa kurmak sanki bir nebze daha işe yarar hissettirir insana kendini. Ne dersiniz ? Ama şşt !! Herkes bu yollardan geçti. (teşekkürler berna)

Okula dair en güzel anıların derslerdeki yazışmalar olduğunu öğrendim. Hani derslerde konuşmamak için defter sayfalarına, ya da boş yapraklara içimizdekileri dökeriz ya. işte onları sakın atmayın. O zamanlar neye içinizin sıkıldığını, kimin-kiminle-nerede-ne yaptığını, hocanın nası biri olduğunu ve o gün için planlarınızın neler olduğuna dair her şeyi ama her şeyi o yazışmalarda bulabilirsiniz işte. Yalnız o yazıları yazarken hocaya yakalanırsanız ve hoca bunu yüksek sesle okursa sınıfta işte o sizin anınız olmaktan çıkıp herkesin anısı olabiliyo, aman diyeyim.


Ben öğrendikçe paylaşırım ki çoğalsın.
Peki eğer kısa zamanda çok şey öğrenirsem erken mi ölürüm ?
Deneyip göreyim.


Öperim.